BÖLÜM III

Üretim Değerleri, Üretim Fiyatları ve Piyasa Fiyatları

Yukarıda anlatılanlar, bir metanın değeri olarak onun değişime sunulduğu andan başlayarak yapılan incelemeleri kapsamaktaydı.[1] Bu anlatılanlarda hep değişim değeri üzerinde duruldu. Değişimin gerçekleştirilmesinden önce fiyatların belirlenmesinde temel olan bu kavramın biraz gerisine gidip fiyat oluşumunun nasıl ortaya çıktığına bakmanın zamanı geldi. Böylelikle, hem yukarıda anlatılanlar biraz daha netleşmiş olacak, hem de bir sonraki bölümde anlatılacaklara bir başka biçimde hazırlık oluşturması açısından yararlı bir durum ortaya çıkacaktır.

Sermayenin Organik Bileşimi

Sermaye değişmeyen ve sabit kısımlardan oluşur. Sermayeyi oluşturan bu iki kısmın kendi aralarındaki oranı, sermayenin organik bileşimi olarak biliniyor. Değişken sermaye, işçinin emeği karşılığında ona ödenen ücret, vs. karşılığıdır. Bunun dışında kalan sabit sermaye de daha önceki emek ürünleri olan hammadde ve üretim araçları tarafından temsil edilir. Kabaca, birim sermaye içinde sabit kısım 4, değişen kısım 1 birim ise, bu sermayenin organik bileşimi, yüzde olarak 80s + 20d biçiminde gösteriliyor. Organik bileşimi örneğin, 3:2, olan sermaye, 60s + 40d olarak gösterilebilir. İlk örnekte sermayenin sabit olan kısmı daha büyük, yani toplam sermayenin yüzde 80’ini oluşturur. İkinci örnekte ise, toplam sermaye içinde sabit sermayenin daha az, yani yüzde 60’lık bir paya sahip olduğu anlaşılmaktadır. Her iki örnekte, değişken sermayeler, toplam sermayenin sırasıyla yüzde 20’si ve yüzde 40’ını oluşturmaktadır.

Sermayeyi oluşturan sabit ve değişken sermaye tanımı, üretim süreci ile kıyaslamalı olarak yapılır. Sermayenin sabit olan kısmı, üretim süreci sonrasında ortaya çıkan ürün içinde değişmeksizin aynen kalmaktadır. Üretim süreci sonrasında ürün içindeki hammadde değeri neyse odur, değişmez. Aynı biçimde, ürün içinde üretime katılan makinelerin karşılığı olan değer, o makinelerin üretim sırasında yıpranmalarına karşılık gelir ve bu yıpranma payı olarak ölçülür. Bir önceki bölümde verilen kavramlarla ifade edilirse, kapitalist üretim, sermaye yani P ile yola çıkar. Üretim için hammadde, makine ve işgücünü satın alarak metaya yani M’ye dönüşür. Bu noktadan sonra üretim başlatılır ve bunun sonucunda ürün, yani M' ortaya çıkar. Görüldüğü gibi,80s + 20d veya 60s + 40d bileşiminde olan meta, M, üretim sonrasında M' ile anlatılan ve daha büyük bir değere ulaşmıştır. M' yeniden -P' olarak yeniden üretim sürecinden çıkmış sermaye olarak kapitaliste geri döner.

Kapitalist üretim sürecinde M toplam sermayesinin değişken kısmını oluşturan, yani örnekte, 20d veya 40d olarak gösterilen ve esas olarak emek üretme özelliğine sahip işgücünün değerini gösteren değişken sermaye, M’ gibi, daha büyük bir metaya dönüşmekte ve P’den daha büyük P’ sermaye değerine dönüşerek sermayenin yeniden üretimini sağlayabilmektedir.

Burada hemen belirtmek gerekir ki, sermayenin organik bileşimine değişken sermaye olarak katılan kısım, toplumsal olarak eşdeğer emeğin üretimine katılmasını sağlamak için harcanmaktadır. Bir başka deyişle, aynı üretim dalında farklı organik bileşime sahip 80s + 20d veya 60s + 40d bileşiminde olan sermaye içinde yer alan emek, eşdeğer niteliklere sahiptir. Gerçekten de, sözü edilen sanayi dalında işgücünün piyasa değeri kadar işgücünün nitelikleri de birbirine eşitlenme eğilimine girer. Bir başka deyişle, sermayenin organik bileşimi içine giren işgücü, her iki sermaye içinde üretim süreci sonrasında aynı orantıda ürüne değer katan emek yaratırlar. İlkinde 20d ve ikincisinde 40d olan işgücü, maliyetine kıyasla örneğin iki katı değer yaratacaklarsa, o zaman sermayenin yeniden üretimi sonrasında M’ sermayesi, 80s + 20d + 20d (= 120) veya 60s +40d + 40d (=140) olacak demektir.

Burada ilginç olan durum şudur: organik bileşimi yüksek olan sermayenin düşük olana kıyasla daha az değer yaratmaktadır. Gerçekten de yukarıda verilen örnekte, bileşimi 4:1 olan sermaye, organik bileşimi daha düşük bileşimi olan, örneğin, 3:2 olan sermayenin yarattığı değere kıyasla daha az değer yaratmakta, sonuç olarak organik bileşimi yüksek olan sermayenin verimliliği (= karlılığı) düşük olana kıyasla daha düşük olmaktadır.

Kapitalist üretimde ikilem gibi görünen bu durumun açıklamasını K. Marx bazı metaların değerinin altında satılması ile açıklar. Ona göre, yukarıda verilen her iki örnekte malın bünyesine giren emek, toplumsal olarak belirlenmiş emektir; her ikisinin de değer yaratma özelliği birbirine eşdeğerdir. Ama birinde 100 birimde 20, diğerine ise 40 birim artı değer üretilmektedir. Bir sanayi dalına üretim süreci bir bütün olarak ele alındığında, farklı organik bileşimleri olan sermayelerin varlığı söz konusu olacaktır. Ama aynı zamanda bir sanayi dalında için karlılık oranlarının eşitlenme eğilimi içine girer. Bir başka deyişle, organik bileşimi düşük olan 100 birim sermaye, örneğin, karlılık oranı yüzde 30 olan bir sanayi dalında değeri olan 140 birime değil, ama 130 birime, yanı değerinin altında satılacaktır. Tersine, organik bileşimi yüksek olan sermaye yatırımı ile elde edilen 120 birimlik ürün, değerinin üzerinde, 130 birime satılacaktır. Gerçekte de olan budur; organik bileşimi düşük olan ürünler, değerlerinin altında satılmakta, yüksek olanlar ise değerinin üzerinde satılmaktadır. Farklı organik bileşimde olan sermayeler ile üretilen metaların değerlerinden farklı fiyatlara satılması ile tüm sermayenin kar oranları eşitlenmiş olur. K. Marx sözleri ile farklı üretim alanlarında çeşitli kar oranlarının ortalamaları bulunarak bu farklı üretim alanlarındaki maliyet fiyatlarına eklenmesi ile elde edilen fiyatlar üretim fiyatlarını oluşturur.

Bu biçimiyle verildiğinde, üretim fiyatının değer kavramından oldukça farklı bir durumu anlattığı görülüyor. Bir metanın değeri, son aşamada onun fiyatını belirleyen tek unsur olmuyor. Bir meta, diğerinden daha düşük ya da yüksek fiyatla satılabiliyor. Bir metanın üretim fiyatı, onun üretimi için yapılan işçilik dahil her türlü harcama ve ortalama karın toplamına eşittir. Sermayenin organik bileşimindeki farklılıklar, aynı büyüklükte sermayenin çok farklı niceliklerde artı emeğe el koyabilmelerini sağlıyor.

Demek oluyor ki, çeşitli üretim alanlarında faaliyet gösteren kapitalistler metalarını satmakla, bunların üretimlerinde tüketilen sermayenin değerini geri almakla birlikte, bu metaların üretiminde elde ettikleri artı değeri doğrudan ele geçirmiş olmuyorlar. Sermayenin elde ettiği şey, bütün toplumsal sermaye tarafından belli bir sürede üretilen toplam toplumsal artı değer, ya da kardan kendine düşen paydır. Bu durumda, metaların fiyatında, bu metaların üretimi sırasında tüketilen sermaye öğelerini yerine koyan kısım ve dolaysıyla bu tüketilen sermaye değerinin yeniden satın alınması için harcanması gereken kısım, ya da bu metaların maliyet fiyatı tümüyle kendi üretim alanlarındaki sermaye yatırımına bağlıdır. Ama fiyatlardaki öteki öğe, bu maliyet fiyatına eklenen kar, belli bir üretim alanında belli bir sermaye tarafından belli bir sürede üretilen kar miktarına bağlı değildir. Bu, toplumsal üretime yatırılan toplam toplumsal sermayenin kesirli bir kısmı olarak, belli bir sürede her bireysel sermayeye ortalama olarak düşen kar kitlesine bağlıdır.

Bir kapitalist metalarını üretim fiyatına sattığı zaman, bu nedenle bunların üretiminde tüketilen sermayenin değerine orantılı bir para elde eder. Ama bu kadar da tekdüze olarak değil. Burada belli bir farklılık var. Kar oranlarının oluşumu, genel olarak sermayenin bileşimi ile de yakından ilgili. Belki burada konu dağılmış olacaktır; ama ilgili de olması açısından, yeri gelmişken bu kar oranlarının belirlenmesindeki ilginç bir nokta üzerinde durulmaya değecektir.

Toplumsal Düzey

Çeşitli üretim alanlarındaki kar oranları, sermayenin organik bileşimleri ve her birinin büyüklükleri ile yakından ilgilidir. Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse, A, B, C ve D olarak dört ayrı sermaye verilmiştir. Bunların tümü için artı değer oranı yüzde 100 olsun. Artı değer oranı ile, toplam artı değer ( P – P’) içinde kapitalistin kar ve işçinin işgücü karşılığı ücret olarak sahip olduğu paylar arasındaki oran anlaşılmaktadır. içinde Toplam 100 birim sermayenin değişken bölümü için A için 25, B için 40, C için 15 ve D için 10 olsun. Bu durumda toplam sermayenin her 100 birimi, her biri için verilen değişen sermaye oranında bir kar sağlar. Bu dördünün toplamı 90 eder ve bu sermayelerin toplamının ortala kar oranı 90/4, yani yüzde 22,5 olur. Şimdi aynı organik bileşimde olan sermayelerden farklı büyüklükler söz konusu olsun. Buna göre, A için 200, B için 300, C için 1000 ve D için 4000 olsun. Bu durumda, üretilen karlar, aynı değer oranı ve organik bileşime uygun olarak sırasıyla 50, 120 150 ve 400 olacaktır. Bu durumda dört sermayenin toplamı 5500 ve karlarının toplamı ise 720 olur ve ortalama kar ise yüzde 13’e düşecektir.

Öyleyse, ortalama kar oranlarının oluşumu, çeşitli kar oranlarının basit ortalaması değil, bunları elde eden sermayenin büyüklüklerine göre ağırlıklı ortalaması olacaktır.

Burada önemli bir sonuca varılmaktadır. Ama buna geçmeden önce, buraya kadar söylenenlere eklenecek son bir nokta üzerinde durmak gerekir. Yukarıda verildiği gibi, metaların bireysel değerleri ile toplumsal değerleri farklı olabilmektedir. Bu farklılık, tünüyle sermayenin organik bileşiminden kaynaklanmaktadır. Organik bileşimi yüksek olan sermaye ürünü metalar onun üretimine katılan emeğin üzerinde bir değer kazanmakta, tersine, organik bileşimi düşük olan metalarda ise üretimine katılan emek yeterince değerlenememektedir. Böylece, burada bir dönüşüm noktası bulunduğu görülür.[2] Öyle ya, organik bileşimi hangi noktadan sonra yüksek ya da düşük olarak değerlendirilmelidir? Bunu belirleyen ölçüt ne olmalıdır? Yukarıda verilenlerden de anlaşılacağı gibi, bu veri koşullara göre belirlenen bir durumdur; kesin bir ölçütü olmasından çok, veri koşullar bunu belirlemektedir.

Dönüşüm noktası, toplam yatırılmış sermayenin ağırlıklı organik bileşimine, yani tüm üretim dallarında yatırılmış toplam sermayenin ağırlıklı organik bileşimine bağlı olarak belirlenir. Böylelikle elde edilen organik bileşimden düşük olanlara düşük, bu ortalamanın üzerinde olanlara da organik bileşimi yüksek sermaye olarak tanımlanır.

Peki, bu neden bu kadar önemli? Şu nedenle önemli ki, organik bileşimi yüksek olan sermayenin ürettiği metalar ortalama kar yasasına göre değerinden daha yüksek bir fiyat elde edebilmektedir. Düşük olanlar da, toplumsal olarak bünyesine katılan emek değerinin altında bir fiyat bulmaktadır. Bu bir örnekle açıklanabilir. Ortalama kar oranı yüzde 20, artı değer oranı yüzde 100 olsun ve A, B ve C gibi üç ayrı sermayenin organik bileşimleri sırasıyla 7:3, 8:2 ve 9:1 olsun. Açıkça görüleceği gibi, toplumsal emeğin katılımıyla aynı ölçüde, 100 birim sermaye katılımı ile elde edilecek değerler, sırasıyla A için 130, B için 120 ve C içinse 110 olacaktır. Ama her üçü de ortalama karlılık nedeniyle aynı fiyata, 120 birime alıcı bulacaktır. O halde A sermayesinde 130 değerinde olan meta 120’ye yanı düşük fiyata, B sermayesinde ise değerinde ve C sermayesinde ise 110 değerinde olan meta 120’ye satılarak değerinden yüksek fiyata alıcı bulmuş olmaktadır. Demek ki, organik bileşimi ağırlıklı toplumsal organik bileşime denk düşen B sermayesi, tam olarak dönüşüm noktasındadır.[3]

Bütün bu söylenenler, öteden beri değer kuramında yapıla gelen bir yanlışlığı da gün ışığına çıkartır. Bir kere, yukarıda verilen incelemelerin tümünde üretime katılan emek, toplumsal olarak belirlenmiş emektir. Emeğin niteliği, farklı sermaye organik bileşimi olan alanlarda değişiklik göstermiş olabilir. Ama bu değişiklik, sermayenin organik bileşimine bağlı değildir. Kaldı ki, kimi zaman ileri teknoloji ürünü üreten sanayi kollarında harcanan emek, geleneksel tipte olanlara göre daha tekdüze ve uzmanlık gerektirmeyecek nitelikte olabilir. Bir başka deyişle, incelemeye alınan sermaye türleri içinde yer alan emeğin yarattığı değer, her birinde toplumsal emeğe karşılık gelen eş düzeydedir. İkinci olarak, bir metanın maliyet fiyatı, onun üretiminde tüketilen metaların değerine eşit oldu görüşü de yanlıştır. Bu iki nedenle böyle değildir. Bir kere son fiyat, ona katılan değerden farklı olabilmektedir. Bunun nasıl olduğu yukarıda açıklandı. İkincisi, bir metanın üretim fiyatı, aynı zamanda o malı üretken amaçla satın alan için bir maliyet fiyatıdır; dolaysı ile satın alınan bu meta, üretim sürecinde değişikliğe uğrayarak yeni bir metanın fiyatına maliyet fiyatı olarak geçer. Oysa yeni üretilen bir metanın bünyesine giren metanın değeri, onun fiyatından farklı olabilir. Yeni malın bünyesine geçen, kuşkusuz fiyat değil, değerdir. Maliyet fiyatı telemine göre yapılan değerlemede, bu anlamda her zaman bir yanılma payı vardır.[4]

Yanılgının tek tek metalara bakıldığında olduğunu anlamak gerek. Bir başka deyişle, bir meta değerinin üzerinde veya altında fiyat kazanabilir olmasına karşın, toplam olarak yaratılan emek değeri sabit kalır.

Kar Oranının Etkisi

Bütün bunlardan sonra çok önemli bir sonuca ulaşılmaktadır. Artı değer ve kar, kitle olarak birbirlerine özdeştir. Ama kar oranı daha farklı bir durumu yansıtır. Ne var ki, bu aynı zamanda daha en başta artı değerin gerçek kökeninin bir esrar perdesi arkasında saklanmasına katkı sağlamaktadır; çünkü artı değer oranı aynı kalsa bile, kar oranı yükselebilir ya da düşebilir. Öte yandan, kapitalist artı değer ile değil, ama kar oranı ile ilgilidir. Kar oranının bulunmasında toplam sermaye göz önünde bulundurulur ve böylece değişken ve sabit sermaye arasındaki organik fark, bu kar kavramı içinde kaybolur. Böylece kar kılığına bürünen artı değer, kendi niteliğinin yitirir ve görünmez duruma gelir.[5]


Yukarıda kar oranları ile ilgili verilen artı değerin satış fiyatı içinde yer alan kar ile eşit ya da ondan yüksek olması, ancak rastlantısal bir olgudur. Çünkü kar oranlarını belirleyen toplam sermayenin ağırlıklı organik bileşimini belirlemek olanaksızdır. Demek ki, kural olarak yalnız artı değer oranı ve kar oranı değil, artı değer ve kar da farklı büyüklüklerdir. Belli bir sömürü derecesinde, belli bir üretim alanında üretilen artı değer kitlesi, bu durumda toplumsal sermayenin toplam ortalama karı ve dolaysıyla kapitalist sınıf için oldukça önemlidir.

Üretim fiyatı ile ilgili açıklamaları tamamlamak için, bu fiyatı etkileyen etmenlerin ne olduğuna bakmak gerekiyor. Bir metanın üretim fiyatının değiştirecek iki neden vardır. Bunlardan birincisi, genel kar oranlarında ortaya çıkacak bir değişikliktir. Genel kar oranlarının değişmesi, artı değer oranını etkileyecek her türden değişiklik sonucu ortaya çıkabilir. Bu emek üretkenliğinin artması ya da ücretlerde bir değişiklik olması soncunda ortaya çıkabilir. Bu ortalama artı değer oranı aynı kaldığında, el konulan artı değerler toplamının yatırılan toplam toplumsal sermayeye olan oranında bir değişmeden kaynaklanabilir. Öyleyse her durum için geçerli olan şudur: Bir metanın üretim fiyatı, genel kar oranındaki bir değişme sonucu değişirse, bu metanın kendi değeri değişmeden kalmış olabilir. Ne var ki, öteki metaların değerinde bir değişme olmuş olması gerekir.[6]

Üretim fiyatının değişmesine yol açan ikinci neden, genel kar oranının değişmediği koşullarda ortaya çıkabilir. Bu durumda, bir metanın üretim değeri, ancak o metanın kendi değeri değişmiş ise değişir. Bu ya son biçimi içerisinde bu metayı üreten emeğin ya da bu metanın üretimine giren meta üreten emeğin değişkenliğindeki bir değişme nedeniyle, söz konusu metanın yeniden üretimi için daha çok ya da daha az emek gerekmiş olmasından ileri gelebilir. Hammadde fiyatlarının düşmesi belli başlı nedenler arasındadır.

Ortalama Bileşimli Metalar

Yukarıda verilen incelemeler sonucunda fiyat ile değer arasında bir sapma ortaya çıktığı anlaşılıyor. Bunun da temel olarak iki nedenle orta çıktığını görmüş bulunuyoruz: Bunlardan birincisi, metanın maliyet fiyatına içerdiği artı değer yerine ortalama karın eklenmesi. Artı değerin biçim değiştirmesi, ikincisi ise, üretim fiyatının değerinden böylece sapmış olan metanın başka metaların maliyet fiyatına, onun öğelerinde biri olarak girmesi ve bu nedenle, bir metanın maliyet fiyatı ile üretimi arasında tüketilmiş bulunan üretim araçlarının değeri arasında, ortalama kar ile artı değer arasındaki farktan doğabilecek ve kendisine ait sapmadan tamamen ayrı bir sapma bulunabilir.

İşte bu nedenledir ki, ortalama bileşimli de olsa, bu sermayelerin ürettikleri metaların maliyet fiyatları ile üretim fiyatları arasında fark olabilir. Ortalama organik bileşimi olan bir sermaye, örneğin 80s + +20d olsun. Bu sermaye için karın kitlesi ile artı değerin birbirine eşit olduğunu, sonuç olarak satılan malan değeri ile fiyatının aynı olduğu belirtilmişti. Ama bu sefer metanın bünyesine katılan bir başka sermaye ile üretilmiş olan sabit sermayenin değeri, onun fiyatı ile özdeş olmayabilir. Diğer bir deyişle, kapitaliste 80s birime mal olmuş olan girdi gerçekte onun fiyatının altında ya da üzerinde değerli olabilir.

Ne var ki, bu olasılık ortalama bileşimli metalar için ortaya konmuş olan değer kuramının yanlış olduğunu göstermez. Bu metaların kar oranı, onların içerdiği artı değer oranına eşittir. Bu durumun konu ile ilgisinin olmamasına karşın, çok önemli bir siyasi sonucu olması açısından üzerinde durulması gerekiyor. Sermaye için, artı değerin belirlenmesinde önemli olan hususun sermayenin bileşimine giren sabit ve değişken sermayeden çok, bunların birbirlerine olan oranlarıdır. Bir başla deyişle, bileşimi 80s + +20d olan bir sermayede, artı değerin belirlenmesinde en önemli unsur, bunların birbirlerine oranı, d = 1;5 veya s = 4:5 olmasıdır. Büyük, ama ne kadar büyük, ya da tersi; bunların belirlenebilmesi, ancak onlara bakılarak anlaşılır. 80 ya da 20, ya da toplam olan 100 değil, sermayenin kendini yenileyebilme yeteneği; bunlar arasındaki oranın büyüklüğüdür.

Şimdi sermayenin organik bileşimi toplam sermayenin organik bileşimine eşit ise, sermayenin üretken bölümünün ürettiği artı değer ortalama kara eşit olur. Aynı zamanda elde edilen artı değerin tümü değerlenmiş olur. Çünkü artı değer oranı, ortalama kara eşittir. Bunun bir anlamı da şudur: ücretlerde bir yükselme ya da düşme, gerçekte üretim fiyatını pek etkilemez. Çünkü üretim fiyatlarının mantığı budur. Üretim maliyeti artı ortalama kar. Sonuç olarak, ücretlerin artışının metaların değerleri ile bir ilişkisi yoktur. Ama bu artış kendi içinde bir değişmeyi anlatır yalnızca. Diyelim ki, yukarıdaki bileşimde 20d artmış olsun. Bu artış, üretim süreci içinde gerçekleşir gibi görünüyor. Oysa değil. Ücretler sonuçta bir dengeyi yansıtır, Daha çok öznel bir olgudur bu denge. Üretimim nesnelliği ile yakından ilişkisi yok. Demek ki, herhangi bir biçimde ücretin artmış olması, metaların değerini değiştirmez. Ama bunun mutlaka bir etkisi olması gerek. O etki de şudur ki, bir ücret artışı metaların değerini değiştirmiyor, ama yalnız artı değerin büyüklüğüne etkileyeceği apaçık ortadadır. Bunu bu kadarı ile bilmek yeterli.

Piyasa Değerleri ve Piyasa Fiyatları

Öteden beri fiyat oluşumuna piyasa ilişkilerinin belirleyici olduğu söylenegelir.[7] Buna göre bir ürünün fiyatı, piyasada onun için oluşan talep ve arzın dengede olduğu noktadır. Oysa durum gerçekte bunun tam tersidir. Arz ve talep arasında bir değişmeye neden olan etmen, esas olarak üretim maliyeti ve dolaysı ile üretim fiyatlarındaki değişme ile bağlantılıdır. Talebin çok ya da az oluşuna bağlı olarak fiyatlarda oluşan bir değişme, sadece belirli koşullarda, oluşan üretim değeri bazında gerçekleşir ve üreticinin gelirini artırmak, karını yükseltmek için kullanılan bir yöntemden öteye gitmez. Mallara olan talep tümüyle üretim sürecinin dışında oluşur. Üretim maliyetlerinde herhangi bir değişikliğe yol açmaz.


Piyasanın konumu ile bağlantılı olarak ileri sürülen bir başka görüş de, piyasa ilişkilerinin temelde hiçbir kurala dayanmaksın anarşik bir yapı sergiliyor olmasıdır. Güya piyasa işleyişinin bir bilinmezlik içindedir; ilişkilerin görünmez bir el ile sihirli bir biçimde yürütülür, vs. vs.

Burada ele alınan yönü ile değer ve fiyat arasında hâkim olduğu ileri sürülen gizli bir ele atfedilen belirsizlik gerçekte bunun kapitalist piyasa kavramına özgü olgu oluşu ile bağlantılı olmaktan çok, bir sonuç niteliğinde ortaya çıkar. Bir başka deyişle, piyasa hiç de ileri sürüldüğü gibi, kapitalizmin işleyişinde temel olan bir unsur değildir. Feodaliteden kapitalizme geçişte, sanıldığı gibi eski dönemin bütün kurumlarının yıkılarak yerine yeni topluma özgü kurumların getirildiği düşünülmemelidir. Örneğin, üretim araçlarının özel mülkiyeti olgusu, her iki toplumda tümüyle aynı kalmış, değişmemiştir. Değişen, bu araçların sahipliğinde olmuştur. Ama feodaliteye özgü tüketim için üretim yerine, piyasa için üretim olgusu, onun son dönemlerinde ortaya çıkmış ve bu kapitalizme geçişin bir habercisi olmuştur. Ama bu onun bir sonuç niteliğinde bir gelişme olarak ortaya çıktığı gerçeğini değiştirmez. Piyasanın gelişmesine ve ortaya çıkmasına temel olan unsur, toplumsal işbölümüdür. Toplumsal işbölümünün ortaya çıkışı ile bireysel gereksinimlerinin üzerinde, piyasa için üretim yapabilir hale gelmişlerdir.

Ne var ki, tek başına işbölümü de piyasanın gelişmesi için yeterli olmaz. Toplumsal işbölümünün kendi içinde gelişmesi, aynı zamanda uzmanlığı da beraberinde getirmiştir. Zanaatçı olarak tanımlanan ve tarım ile zanaatın ayrışması ile ortaya çıkan toplumsal işbölümünün sonucu ortaya çıkan sınıf, zamanla topraktan kopmakta, geçimini salt zanaatçılık ile sağlamak durumunda kalmaktadır. Böylece, esas olarak piyasa olgusunu simgeleyen kasabalar ortaya çıktı. Kasaba, feodal toplumda zanaat erbabının geçimini sağlamak için ürünlerin pazarladığı piyasa olarak kendini gösterdi.
 
Açıkça anlaşıldığı gibi, piyasa için üretim sürecinde piyasa olgusu, sonuç niteliğinde ortaya çıkar. Köyde işbölümünün oluşması ve zanaat ürünlerinin ortaya çıkması ile feodal serf, senyöre olan borcunu zanaat ürünleri ile ödeyebiliyordu. Yani piyasa koşulları ortaya çıkmadan önce, ürünün bir bedeli vardı. Başka türlü köy içinde işbölümü ve uzmanlaşma sonrasında ortaya çıkan zanaatçı kesimin yaşamını idame ettirmesi mümkün olmaz.

Ama hala daha açıklama gerektiren bir husus var. Kasabaların ortaya çıkışından önce, zanaatçı serfin senyöre olan borçlarını ödeyebilmesi, kendi geçimini sağlayacak ürünlerin temin edebilmesi, bundan sonra zanaatçılık faaliyetlerini kesintisiz olarak sürdürebilmesi amacıyla, yani zanaatçılık girdileri, hammadde, sarf malzemeleri, eskiyen üretim araçlarının yenilenmesi, vs. için gerekli sermaye gelirlerinin sağlanması. Bütün bunlar, piyasa oluşumu öncesinde, üç aşamalı tipik bir P-M ... R ... M'-P' dönüşümünü gerçekleştirmesi gerekir. Görüldüğü gibi, bu süreç, aynı zamanda tipik bir artı değer elde etme ve böylelikle kapitalizmin asıl ortaya çıkartan sermaye birikiminin minyatür modelidir. Ve bütün bu model, piyasa koşulları olmaksızın işleyebilmektedir!

Peki, esas olarak kapitalist (öncesi) piyasa oluşumunu simgeleyen kasabaların ortaya çıkması öncesinde, köy içinde bir mal değişimi piyasası oluştuğu kabul edilemez mi? Bu pek mümkün görünmüyor. Piyasanın ortaya çıkışı, zanaatçının mallarının değerlenmemesi değil, ama o malı satarak geçimini sağlayan yeterli müşterinin köy içinde olmamasıdır. O zaman şu suru akla gelir: Peki, satılmayan bir malın değeri olsa neye yarar? Evet, ama bu durum, hiç de piyasanın öncelliği için kanıt oluşturmaz. Zaten burada ele alınan konu, piyasanın kapitalist ilişkiler açısından kaçınılmaz olmadığını söylemek değil. En azından şimdilik. Ama sadece onun değer açısından öncelik taşımadığını söylemek. Ya da, görünmez bir elin her şeyi idare etmediğini göstermek.

Peki, köyden kasabaya ve daha sonra kapitalizme geçilmesi ve hatta son aşamada uluslararası piyasada ortaya çıkan gelişmeler ile, piyasanın birinci derecede önem taşıdığını söylemek mümkün değil mi? Hiç kuşkusuz, bu doğrudur; ama bir şartla: piyasanın birinci derecede belirleyici oluşu, esas olarak meta üretimi içindir; burada artık malların gerçek değeri olan kullanım değerinden çok farklı bir ilişki geçerlidir ve zaten Marksist değer yasası, kullanım değerini enine boyuna ele alıp incelemekte ve bütün yönleri ile ortaya koymaktadır, ama kullanım değeri, onun konusunu oluşturmaz. Piyasa ilişkileri kadar kullanım değeri de, kapitalizme özgü bir kavram ve olgudur ve piyasa ilişkilerinin ortadan kalkması ile tümüyle geçerliliğini yitirecektir.

Piyasa Anarşisi mi?

Kapitalist piyasa ilişkilerinin temelde hiçbir kurala dayanmaksızın anarşik bir yapıda olduğu söylenir. Ancak bu gerçekte bir basitleştirmedir. Ne kadar kuralsız, başıbozuk bir düzen görünümü edinilse de, piyasada bütün olup bitenler nesnel ekonomik yasalar çerçevesinde süregelir ve bu nedenledir ki K. Marx, esas itibarı ile bilinmez bir yapı sergilediği söylenen kapitalist ilişkileri açık seçik ele almış ve ortaya koymuştur.

Piyasanın anarşik bir yapıda olduğu izlenimini yaratan unsur, ilişkileri yönlendiren yasaların çok karmaşık bir yapıda, birçok etken tarafından belirleniyor olmasıdır. Bu nedenle, bu karmaşık yapının incelenmesinde belirli varsayımların yapıması, çoğu zaman gerçekleşmesi olanaksız bu varsayımın bir an doğru gibi kabul edilmesine yol açmaktadır. Ama hemen belirtmek gerekir ki, bu varsayımların, daha doğrusu basitleştirmelerin kaçınılmaz olarak tek tek ayıklanması ve bütün bu işlemler sonucunda da değerlendirmelerin gerçek koşullara yaklaşan bir biçimde yapılabilmesi zorunludur.

Piyasa ilişkilerinin açıklıkla anlaşılır olmasını sağlamak için değer ve fiyat ilişkisi ve bunun piyasa koşullarında ortaya çıkışı için bir örnekleme yararlı olacaktır. Bu örnekte, belirli üretim dalında yer alan sermayenin tümü, vasat veya ortalama bir organik bileşime sahip olsun.[8] Böyle olduğunda, sermayenin elde ettiği artı değer, ortalama kar ile aynı büyüklükte olur.[9] Böyle bir ön koşul, değer oluşumunda, üretim süreci ile ilişkili etkileri ortadan kaldırmış demektir. Bundan sonra, değerlerin fiyatlara dönüştürüldüğü tezinin sürdürüldüğü piyasa koşullarının daha açık incelenmesi mümkün olur.

Piyasa koşulları olarak tanımlanmakta olan iki tarafın, üretici ve tüketicinin karşı karşıya gelişleri, arz ve talep olarak tanımlanmaktadır. Ancak, gerçekte bu yanıltıcıdır. Daha en başta arz ve talep tanımlarında karşılaşılan güçlük, bu yanıltıcı durum ile ilişkilidir. Gerçekte arz ve talep kavramları pek fazla bir şey anlatmaz. Bunu anlamak için, biraz daha ayrıntılı inceleme yapmak gerekiyor.

Arz Tarafı

Piyasada arz tarafı ve talep tarafının karşı karşıya geldiği söylenmektedir. Bu durumun belli bir üretim kolunda nasıl oluştuğuna ele alınabilir. Bu üretim kolunda, yeniden üretilen ürünün tümü piyasaya arz edilmiş olsun. Bu ürünler, zorunlu gereksinimlerin karşılanmasına yönelik kullanım değerleri kadar, aynı zamanda onun elde edilebilmesine esas oluşturan değişim değeri içerirler. Ama piyasaya arz edilmiş olmaları ile birlikte, değişim değerinin somutlaşması niteliğinde bir piyasa değerine sahip olacaklardır.[10] Piyasa değerlerinin nasıl oluştuğu çok da önemli değildir ve burada ayrıntılarına girilmeyecektir. Belirli büyüklükler ile tanımlanan arz ürünleri, piyasa koşullarına bırakıldığı noktadan sonra artık yalnız insan gereksinimlerini karşılamak için bir kullanım değeri içermekle kalmaz, aynı zamanda da piyasada ona ulaşılmaya hazır kullanım değerlerini de içerir. Bu biçimiyle, artık piyasada geçerli olan değişim aracının belirli katları cinsinden tanımlanmış piyasa değerleri bulunur.

Toplumsal bir nesneye harcanan toplumsal emeğin toplam miktarı ile toplumun söz konusu nesne ile karşılamak istediği gereksinimlerinin büyüklüğü arasında, zorunlu olmaktan çok, rastlantısal bir ilişki vardır. Bir meta, var olan toplumsal gereksinmeyi aşan ölçüde üretilmiş ise, toplumsal emek zamanının bir o kadarı boşa harcanmış olur. Bu meta kitlesi, piyasada fiilen kendisine katılmış bulunan toplumsal emekten daha küçük miktarını barındırır duruma gelir. Burada, toplumsal emek değerlenmemiştir. Bu yüzden metalar piyasa değerinin altında satılmak zorunda kalır ve hatta bunların bir kısmı büsbütün satılamazlar bile. Öte yandan belirli bir metanın üretiminde kullanılan toplumsal emek miktarının bu metaya olan toplumsal talebi karşılamaya yetmeyecek kadar olması durumunda ise bunun tersi olur. Ama belli bir nesnenin üretiminde harcanan toplumsal emek ölçüsü, bu nesneye olan toplumsal talebe uygun düşüyor ve böylece üretilen meta, yeniden üretimin normal ölçeğine karşılık geliyor ve talep aynı kalıyorsa, bu nesne kendi piyasa değeri üzerinden satılır. Metaların kendi değerleri üzerinden değişimleri ya da satışları, akılcı bir durum; yani bunlar arasında var olan dengenin doğal sonucudur. Sapma olduğunda, bu sapmanın açıklanması yine yasa ile olmalıdır; bunun tersi, yani yasayı açıklayan sapmalar olmaz.

Metalar, yeniden üretime katılan üretken ya da bireysel gereksinimler için tüketim amaçları doğrultusunda satın alınır. Bazı metaların her iki tür kullanım için satın alınmaları esas olarak pek farklı bir durumu anlatmaz. Üretken amaçlar için kullanılan bir metanın hem bir dönem içindeki sermayenin yeniden üretimini sağlaması, aynı zamanda da belli bir ölçekte büyüyebilmesi için gerekli ölçeklerde karşılanabilmesi gerekir. Bu temel ihtiyaç maddeler için de böyledir. Farklı türden temel ihtiyaç ürünleri arasında belirli farklılıklar olsa da, yine aynı ölçülerde temel ihtiyaçların karşılanması yanı sıra, artan nüfus gereksinimlerinin giderilmesi için metaların satışa hazır olması gerekir.

Talep Tarafı

Talep tarafında ise ister üretken, isterse temel ihtiyaçları karşılamak için olsun, belli bir büyüklükte toplumsal gereksinimler olduğu görülür. Bu gereksinimlerin aynı düzeyde kalmadığı, değişebilir olabileceğini eklemek gerek. Temel geçim araçlarının daha ucuz olması ya da ücretlerinin daha yüksek olması durumunda emekçiler, bu temel geçim araçlarından daha fazlasını satın alabilirler ve bunlara olan toplumsa gereksinme artmış olur. Aynı biçimde, üretken amaçlarla kullanılacak metaların fiyatlarında bir düşüş olduğunda, o metaya olan talep artabilecek, bu da o metanın üretildiği alana daha fazla sermaye akışına yol açabilecektir.

Buraya kadar anlatılanlar az çok anlaşılmaktadır. Ama arz ve talep arasında tutarsızlık ve bunun sonucunda piyasa fiyatlarında oluşan değişmeleri anlamak bir bakıma kolaydır. Ama asıl güçlük, arz ve talep eşitliği ile ne söylenmek istendiğini anlamaktır.

Arz talebe eşit olduğu zaman her ikisinin fiyat üzerindeki sözü edilen etkisi ortadan kalkar. Bu koşullar altında, fiyat oluşumunu açıklayan bir başka olgu bulunması gerekir. Arz ve talebin birbirini dengelemeleri durumunda bunlar artık herhangi bir şeyi açıklayıcı olmaktan çıkarlar ve piyasa fiyatları oluşumunda etkileri sıfırlanır. Bu durumda, piyasa fiyatlarının neyin belirlediği hususu daha da karanlık bir hal alır.

Kapitalist üretimin gerçek iç yasalarının arz ve talebin karşılıklı etkileri ile açıklanamayacakları besbellidir, çünkü bu yasalar arz ve talep ile doğrudan değil, ama bunlar arasındaki farklılıktan etkilenmektedir. Bu etkilenmenin temel olmadığı da, bellidir; zira arzın da talebin de etkisi, bu yasalarla belirlenen düzeye kıyasla bire bir doğrusal orantılı ilişkidedir. Söz konusu olan yasalara göreceli bir etki düzeyindedir.

Sözü edilen bu yasa, değer yasasıdır. Değer yasası ile belirlenen fiyatlar üzerinde arz ve talebin temel değil, ama göreceli bir etkisi göz ardı edilemez. Kapitalist için değer yasaları ilişkileri çerçevesinde belirlenen değer (bu değer içinde kapitalistin elde ettiği artı değer yer alır) yanı sıra, bir şekilde bu değerin üzerinde oluşabilen piyasa değerleri ve fiyatları da vardır ve kapitalist bunun da peşine düşmektedir.

Arz ve talep dengesi, eğer varsa, gerçekte bu piyasa unsurları dışında kendi başına oluşan bir değer noktasında oluşur. Sapmalar dışında geçerli olan değer bu şekle belirlenir. Ayrıca olası sapmalar üzerinde çok çeşitli baskılar oluşur. Bu baskılar, kimi zaman bu sapmanın bir zaman sonra telafi edilmesi biçiminde ortaya çıkar. Arzın eksik kaldığı noktada piyasa fiyatlarının yükselmesi ile kar oranlarında geçici artış ortaya çıkar. Bu durum, söz konusu üretim alanını cazip kılar, farklı kesimlerden bu alana yatırım yapılmasına üretimin ve arzın artmasına yol açılır. Bu koşullar altında ürün fazlası oluşur, piyasa fiyatlarındaki sapma, bu sefer ters yönde işlemeye başlar.

Pratikte, arz ve talep arasında tam bir eşitlik olması zordur. Ancak her ikisi arasındaki farklılıklar ve bu farklılıkların piyasa fiyatları üzerine yol açacağı etkiler bir tarafta, bu etkilere karşı oluşacak tepkiler diğer tarafa, piyasanın olgunluk düzeyine bağlı olarak belli bir faz farkı ile birbirini yakından izler. Ama daha da gelişmiş piyasa koşulları altında, piyasa değerlerinin artık iyice sermayenin piyasadaki belirsizlikleri tümüyle kontrol edebilir ve sermayenin kendi inisiyatifi ile belirlenir hale gelmesi ile arz ve talep olgusu tümüyle etkisini yitirir. Piyasa fiyatlar açısından olmasa bile, arz ve talep açısından mükemmele yakın bir istikrara kavuşur. Bu koşullar, gerçekte istikrardan çok, bir anarşi ile tanımlanabilir. Anarşi, belirsizlik anlamında değil, tersine piyasanın tümüyle sermayenin denetimine geçmesi ve değer kavramının sermayenin tümüyle kendi inisiyatifi ile belirlenmesi anlamındadır. Artık piyasa değeri, ne değer kavramı ve ne de arz ve talep ile açıklanabilecek biçimde tümüyle farklı bir kimlik kazanmıştır.

Arz ve talep bağlantısı, henüz nihai düzeyde olgunlaşmamış bir piyasa için söz konusu edilebilir. Bu ikisi arasındaki ilişki, piyasa fiyatlarındaki sapmaları açıkladığı gibi, aynı zamanda bu sapmaların da nasıl dengeleneceğini de açıklamaktadır. Arz ve talep, değer ve bu temelde oluşan piyasa fiyatları üzerinde belirli marjinal ölçülerde etki yapan olgulardır; oluşturduğu bu etkiler buna karşılık tepki yaratmakta gecikmez. Arz ve talep, aralarındaki farkın yol açtığı etkiyi çok çeşitli yollardan yok eder. Taleplerin azalması ve piyasa fiyatının düşmesi durumunda, bu alana yatırılmış sermaye, kendine daha karlı yatırım alanları aramaya başlar. Öte yandan bizatihi piyasa değeri, gerekli toplumsal emek zamanını kısaltan buluşların sonucu düşük gösterebilir.[11]

Kimi zaman arz ve talebin kendini özgü koşullarda bir piyasa değeri oluşturmasından çok, bir malın olması gereken değerde kalması yönünde etkili olduğu görülür. Daha doğru bir deyişle, arz ve talebin karşılıklı etkisi iledir ki, metalar genel bir ortalama içinde tam olarak piyasa değerleri ile değiştirilebilmiş olurlar. Arz ve talebin bu işleyişi, kuşkusuz yukarıda verilen denge koşullarında ve yine rekabet ortamında mümkündür ve bunun olgunlaşmış piyasalarda söz konusu olmadığını unutmamak gerekir. Ama yine de bu durum, değer yasasının diğer koşulların etkisi olmaksızın, temel belirleyici unsur olduğunu bir kez daha kanıtlar. Biraz daha yakından bakıldığında, piyasaya sürülen mallara olan talebin farklı sınıflardan geldiği görülür. Bu sınıflar arasındaki güç dengesindeki farklılık ve bunun sonucunda farklı gelir dağılımına sahip oluşları, talebin oluşumu üzerinde etki yapar. Gelir dağılımının dengesiz olarak tanımlandığı toplumlar için söz konusu olacak talep oluşumu farklı bir özellik gösterir.

Kapitalist sistem içinde arz ve talebin etkinliği olabildiğince abartılmaktadır. Bu belki de düzenin yabancılaşmasına bir kılıf yaratma amacını taşır. Kapitalist sistemde sorun, toplumda oluşan bir talebin karşılanması değildir. Amaç, toplum gereksinimlerini karşılamak, kullanım değeri yaratmak değildir. Esas olan, amacı ve işlerliği her nasıl olursa olsun, sermayenin kendini yeniden üretebilmesini sağlamaktır. Bu nedenle, onun için amaç olan, üretilen metanın sermayenin büyüyerek yeniden üretilmesini sağlayacak bir fiyatla satılmasıdır.

Bunun üzerinde biraz daha ayrıntılı durmak gerekiyor. Kapitalist üretimde amaç sermayenin yeniden üretimi olunca, toplumda oluşan talebin temeli olan kullanım değerine karşı kapitalizmin bütün ilgisi, bu talebin karşılanmasında sermayesini ne ölçüde yenileyebileceği ile sınırlıdır. Burada talebin ne ölçüde temel ve yaşamsal nitelik taşıdığı hiç önem taşımaz. Dahası, bir toplumun refah düzeyinin yüksek veya düşük oluşu da, ya da bir başka deyişle, toplumun üyelerinin temel ihtiyaçlarını misliyle karşılayabilir düzeyde olması bile zengin toplumlarda açlık ve sefaletin önüne geçilmesinde yeterli olamaz. En zengin ülkelerde bile milyonlarca insan evsiz barksız, açlık ve sefalet içinde yaşamaya mahkûm bırakılır. Bunu düzeltmeye yönelik iyi niyetli çabalar, gerçekçi olmamakla, popülizm ile suçlanır ve dışlanırlar.

Bunun üzerinde biraz daha ayrıntılı durmak gerekiyor. Kapitalist üretimde amaç sermayenin yeniden üretimi olunca, toplumda oluşan talebin temeli olan kullanım değerine karşı kapitalizmin bütün ilgisi, bu talebin karşılanmasında sermayesini ne ölçüde yenileyebileceği ile sınırlıdır. Burada talebin ne ölçüde temel ve yaşamsal nitelik taşıdığı hiç önem taşımaz. Dahası, bir toplumun refah düzeyinin yüksek veya düşük oluşu da, ya da bir başka deyişle, toplumun üyelerinin temel ihtiyaçlarını misliyle karşılayabilir düzeyde olması bile zengin toplumlarda açlık ve sefaletin önüne geçilmesinde yeterli olamaz. En zengin ülkelerde bile milyonlarca insan evsiz barksız, açlık ve sefalet içinde yaşamaya mahkûm bırakılır. Bunu düzeltmeye yönelik iyi niyetli çabalar, gerçekçi olmamakla, popülizm ile suçlanır ve dışlanırlar.

___________
[1] K. Marx’ın değer konusunda ortaya attığı çeşitli farklı kavramlar nedeniyle gerçekte bir kavram karmaşası içinde olduğu söylenmektedir. Buna sava göre, K. Marx’ın değer, kullanım değeri, piyasa değeri, vs. gibi farklı terminoloji kullanması anlamsızdır. Ne var ki, burada gösterilen gerekçe, kullanılan kavramların sayısının çok fazla oluşuna yöneltiliyor ki, bunun pek anlamlı olduğu söylenemez. K. Marx, daha en başında, El Yazmaları içinde değer kavramının önemi üzerinde durmakta ve değer-meta ilişkilerini ele almaktadır. K. Marx kapitalist ilişkilerin temelinde meta olduğunu söylemekteydi. Burada K. Marx’ın vurgulamak istediği, değerin kapitalist toplumun gerçek değerden çok itibarı değeri esas aldığı idi ve bu nedenle değer kavramı ile bağlantılı olarak farklı oluşumlar söz konusu olmaktaydı. Bir bakıma, değer konusunda kavram karmaşası K. Marx’a ait değil, konunun kendisi ile ilişkili olduğunu kabul etmek gerekir.

[2] Bu konu ile ilgili olarak Marx’a atfen dönüştürülmüş değer tanımlaması yaparlar. “Üretim fiyatlarının sermayenin organik bileşimini değiştirdiği koşullarda, kar oranlarının eşitlenmesini sağlayacak biçimde dönüştürülmüş değerdir” dedikleri budur. Burada, K. Marx’tan yapılan alıntının yanlış ya da kasıtlı olduğu anlaşılır.

[3] Bütün bu kıyaslamalarda organik bileşimi düşük ya da yüksek olan her iki kesimde de metanın üretiminde kullanılan emeğin toplumsal emek olduğu düşünülmektedir. Bu konu ile bağlantılı olarak oraya çıkan bir başka husus şudur: Denilebilir ki, aynı nitelikte ve etkinlikte olan iki toplumsal emek, farklı organik bileşimde olan sermaye ile farklı değer katkısında bulunacaktır. Bir başka deyişle, organik bileşimi yüksek olan kesimdeki toplumsal emeğin etkinliği daha yüksek, düşük olan kesimdeki emeğin etkinliği daha düşük olacaktır. Bir kere bu farklılık, bizi artı değer sömürü oranının farklı olduğu sonucuna götürür. Bu olabilir. Ancak, başta da söylendiği gibi, bu oranın tüm kesimler için eşit olduğu varsayımı yapılmıştır ve bu konudaki tüm incelemeler, bu eşitlik üzerine kurulmuştur. Kuşkusuz bu oran belli kesimlerde farklı olacaktır. Ancak, çok çeşitli etkilerin bu oranın belirlenmesinde rol oynadığı kesin olmakla birlikte, en belirgin olarak işçilerin ücret artışı için yaptıkları eylemler ile kapitalistin bu yönde gelen baskıyı azaltmak üzere emek verimliliğini artırma çabaları en temel etmenlerdir. Bu karşılıklı etkinin bir sonucu olarak kar oranlarının eşitlenmesi gibi, bu oranın da belli bir biçimde eşitlenme eğilimi vardır. Gerçekte, kar oranı, artı değerin yatırılan sermayeye olan oranıdır. İkinci olarak, üretken sermaye ile üretken emek kavramlarını karıştırmamak gerekir. Üretken sermaye, üretim sürecine katılan anlamında kullanılmaktadır. Ama sermaye organik bileşimi ne denli yüksek olursa olsun, hiçbir zaman bir artı değer yaratma özelliğine sahip değildir; sadece değerin dönüşümü için bir araçtır. Üretim süreci içinde, sabit sermayenin aşınma yapı kadar olan kısmı, üretilen ürüne geçer. Öte yandan üretken emek, değer yaratan emektir. Öyleyse, her iki durumda, organik bileşimi düşük ya da yüksek olması durumunda değer yaratan toplumsal olarak belirlenmiş emektir ve her iki kesimdeki bu emeğin toplumsal olarak belirlenmiş biçimde birbirlerine denk olduğu kabul edilmelidir.

[4] Her iki alternatif ile belirtilen değer ve fiyat ilişkisi, Marksist Değer Kuramı’nın klasik iktisada olan üstünlüğünün birer örneğini oluşturur.

[5] Bir metanın içerdiği değer, üretiminde harcanan emek zamanına eşittir ve bu emek miktarı, karşılığı ödenen ve ödenmeyen kısımlardan oluşur. Ama kapitalist için maliyet, bir metada maddeleşen emeğin kapitalist tarafından karşılığı ödenen kısmıdır. Ödenmeyen emek, artı değeri oluşturur. Kapitalistin karı, hiçbir şey ödemeden katabileceği bu ödenmeyen emek karşılığı ortaya çıkan değeri elde etmesiyle oluşur. Artı değer, kökeni ne olursa olsun, yatırılan bedeli ödenen toplam sermaye üzerindeki bir fazlalıktır. Bu fazlalığın ödenmeyen emek zamanının ödenen emek zamanına, ya da ücretlere olan oranına artı değer oranı adı verilir. Bu fazlalığın harcanan toplam sermayeye oranı ise, kar oranı olarak bilinir. Tek tek her bir kapitalisti ilgilendirdiği kadarıyla, o, yalnızca artı değerin, ya da metalarını sattığı değer fazlalığının bu metaların üretimi için yatırılan toplam sermaye ile olan bağlantısıyla ilgilenir. Bu fazlalığın, sermayenin çeşitli kısımları ile özgül bağlantısı ve iç ilişkisi onu hiç ilgilendirmediği gibi, bu özgül bağlantı ve iç çelişki üzerine bir şal çekmek ayrıca onun çıkarınadır. Her ne kadar gizlemeye çalışsa da, artı değer oranı ile kar oranı arasıda yakın ilişkiyi bilir ve gözler. Kar oranını artırabilmek için artı değer oranını artırmak gerektiğini bilir. Bunun için gizli gizli planlar yapar.

[6] Kar oranlarının değişmesinde en temel biçim, kar oranlarının düşme eğilimidir. Kapitalist üretim süreci, aynı zamanda kendi içinde bir birikim sürecidir. Kapitalist üretimin gelişmesi ile birlikte, kapitalist birikim de hızlanır. Bu birikim, çok çeşitli biçimlerde ortaya çıkar. İlk önce, her ne biçimde olursa olsun, kapitalist sermayenin ortaya çıkması ile zorunlu olarak bu sermayenin kendini yenileme süreci başlamış olur. Emek gücü sayısında ya da verimliliğinde hiçbir artış olmasa bile, bu yenileme süreci, aynı zamanda emeğin üretkenliği ve bu artı emeğe kapitalist tarafından el konulması ile birikim yaratılmış, M – M’ sürecinden ortaya çıkan sermaye, eskisine kıyasla daha fazlalaşmış olur. Ne var ki, emeğin toplumsal üretkenliğindeki artışla birlikte, sermaye birikimi süreci de hızlanır. Üretim, emeğin ödenmemiş kısmına kapitalistin el koymasıyla aynı zamanda bir birikim demektir. Birikimin hızlanması, sermaye kitlesinin de artışı demektir. Üretim ve sonucunda birimimin süreci geliştikçe, bu yüzden var

[6] Kar oranlarının değişmesinde en temel biçim, kar oranlarının düşme eğilimidir. Kapitalist üretim süreci, aynı zamanda kendi içinde bir birikim sürecidir. Kapitalist üretimin gelişmesi ile birlikte, kapitalist birikim de hızlanır. Bu birikim, çok çeşitli biçimlerde ortaya çıkar. İlk önce, her ne biçimde olursa olsun, kapitalist sermayenin ortaya çıkması ile zorunlu olarak bu sermayenin kendini yenileme süreci başlamış olur. Emek gücü sayısında ya da verimliliğinde hiçbir artış olmasa bile, bu yenileme süreci, aynı zamanda emeğin üretkenliği ve bu artı emeğe kapitalist tarafından el konulması ile birikim yaratılmış, M – M’ sürecinden ortaya çıkan sermaye, eskisine kıyasla daha fazlalaşmış olur. Ne var ki, emeğin toplumsal üretkenliğindeki artışla birlikte, sermaye birikimi süreci de hızlanır. Üretim, emeğin ödenmemiş kısmına kapitalistin el koymasıyla aynı zamanda bir birikim demektir. Birikimin hızlanması, sermaye kitlesinin de artışı demektir. Üretim ve sonucunda birimimin süreci geliştikçe, bu yüzden var

[8] K. Marx için sermaye kavramı, geleneksel anlamda sermayenin çok ötesinde ilişkilerin anlatır. Denilebilir ki, kapitalist üretim tarzının işleyişini tümüyle Das Kapital’de sermaye ve onun girdiği toplumsal ilişkiler içinde anlatılmaktadır. Hatta buradan bir üst düzeyde soyutlama ile genel değer yasası soyutlamasını gerçekleştirmiştir. Bu bakımdan, bir sermaye, onun organik bileşimi ve sermayenin yeniden üretim süreci, bütünüyle kapitalist piyasa ilişkilerinin tümünü yansıtabilmektedir. Kuşkusuz, bunda genel olarak kullandığı soyutlama yönteminin katkısını da belirtmek gerekiyor. Piyasa ilişkilerinde çok sayıda sermayedar, sermaye yapıları ve kar oranları söz konusu olabilir. Ama özellikle piyasa için yeterli düzeyde açık ve anlaşılır biçimde, sektör bazında bütün bunlar ortak özellikler sergileme eğilimi içine girer; farklı sermaye bileşimleri belli bir yelpaze içine yer alır, kar oranları sektör temelinde eşitlenme eğilimi içine girer. Sektörler bir araya gelerek tümüyle kapitalist piyasa ilişkileri canlandırılabilir. Böyle bir soyutlama ile sermaye ilişiklerinin gözlemlenmesi ve çözümlenmesi, bütün bir kapitalist ilişkilere ışık tutar.

[9] Kapitalist işleyiş içinde gerçek bir rekabet ortamı oluşturulabilmiş olsa, o zaman rekabet sermayeyi çeşitli üretim alanları arasında öylesine bölüştürür ki, her alandaki artı değer, kara eşit olur. Böyle olunca da, her ürünün fiyatı, kısaca maliyet artı kar, o ürünün değerine, yani maliyet artı değere eşitlenmiş olur.

[10] Bir kez daha farklı bir değer kavramı ile karşı karşıya kalınan bu durum, gerçekte, pratik bir yarar sağlama ötesinde kuramsal olarak pek de önemsizdir ve gerçekte değişim değeri ile farklı bir durumu anlatmaz. Ama bu onun büyüklük itibarı ile değişim değerinden farklı olmayacağı anlamına gelmez.

[11] Ancak, bu durumda sermayenin organik bileşiminin ortalama değerinden sapmamış olduğu varsayılmıştır. Yoksa zorunlu emek süresinin düşmesi sonucu sermayenin organik bileşiminin yükselmesi sonucu ürünün değeri düşer ve bu onun ortalama değeri ve piyasa değerinde düşmeye yol açar. Kısaca, teknolojideki gelişme ile bağlantılı fiyat düşüşleri, arz ve talep etkisi dışındaki çok daha farklı bir durum ile ilgilidir.